DİĞER TARAFTAKİLER

2017 yılında, İsviçre’deki konferans salonlarında garantiler ve müdahale haklarının kaldırılması konusunda verdiğimiz güçlü mücadelelerin ardından iki toplumlu devletimizin kuruluşunu kutladığımız gün, Yunanistan’dan iki savaş uçağı geldi. Şahane bir çift tsarouchi [Editörün notu: geleneksel Yunan dans ayakkabıları] gibi, belli ki Nikos Anastasiades’in 2018 seçimleri öncesindeki milliyetçi kostümünü tamamlamak için gelmişlerdi.
Zaten büyük ölçüde Spyros Kyprianou ve Tassos Papadopulos’un retoriğini benimsemiş ve küstah bir cüretle, bir zamanlarki tipik haliyle ifade ettiği gibi, ‘çözüm olsun da ne olursa olsun’ destekçilerine parmak sallamaya başlamıştı. Çünkü kendisi—siyasi bir ağır top ve önemli bir figür olarak—aniden On Bakire Kıssası’nda yağları biten beş aptaldan biri olduğunu keşfetmişti! Ve zavallı adam, nihayet 71 yaşında, başkalarının kendisinden onlarca yıl önce ‘gördüklerini’ gördü.
Beklendiği gibi, Yunan savaş uçakları geçit töreninin üzerinden uçarak başkanlık sarayının hedefine ulaştı: izleyici durumundaki halkın anlık duygusallaşması. Ünlü “Bazı kültürel bağlar var, hepsi bu” ifadesinin sahibi Harris Georgiades dahi ulusal gururun omurgasını titrettiğini hissetti ve kendini tutamadı: Twitter’da “Lefkoşa üzerindeki Yunan F-16’ları bağımsızlığımızı ve bir Avrupa devletine sahip olmamız için savaşan herkesi onurlandırıyor” diye yazdı.
Günler önce, “Bir Avrupa devletinin başka devletlerin garantisine sahip olamayacağını” dünyanın öbür ucuna ilan eden Cumhurbaşkanı, anavatanın garantör gücüne ait iki savaş uçağının Kıbrıs semalarında uçtuğunu görünce, hayatının en önemli savaşından bir gece önce Büyük Konstantin gibi “bu işaretle fethediyoruz” diye haykırmaktan kendini zor alıkoydu. O da savaşa hazırlanıyordu ve Kokkinochoria ve Mammari’den Lefkoşa kenti ve zengin Limasol’a kadar her yerdeki sağcı seçmenleri başkanın sağlam durduğuna ikna etmek için gereken her şey yapılmalıydı: “Vatanı nasıl teslim aldıysam, öyle teslim edeceğim!”
Zafer ilan etmek yerine (mesajın alınmış olması onun için yeterliydi), basitçe şöyle dedi… “Kıbrıs’ta hepimize yer var.”
Bu, kendi ifadesiyle “Kıbrıslı Türk yurttaşlarımıza” göndermek istediği önemli bir mesajdı. Aynı Kıbrıslı Türklere, birkaç gün önce “modern bir devlette mi yaşamak, yoksa Türkiye’nin bir parçası mı olmak istediklerine” karar vermeleri çağrısında bulunmuştu. Ve belli ki, 16 yıl sonra ilk kez Yunan savaş uçaklarının gelişiyle (2013’ten beri iktidarda olmasına rağmen, onları sadece 2017’de, seçimlerin arifesinde getirmeyi uygun gördü—nedenini anlıyorsunuz!), onları bu yönde yorulmaksızın çalıştığına ikna etmek, korkularını yatıştırmak (gerçek ya da temelsiz olmaları önemli değil) ve onları Türk boyunduruğundan kurtulmaya teşvik etmekti.
Zaman ve diğer pek çok faktörün uyuşturduğu Kıbrıslı Türklerin kış uykusundan uyanıp cesaretlendikleri, kollarını sıvadıkları ve ‘anavatanlarının’ isteklerine karşı kitlesel olarak sokaklara döküldükleri her sefer Anastasiades’in seçim öncesi milliyetçi şovunu hatırlıyorum. 2020’de, 2022’de, 2025’te…
Hatırladığım sadece Anastasiadis’in tsarouchi’si değil. Çok daha eskilere, Mart 2000’e, geçiş noktalarının açılmasından üç yıl öncesine ait başka bir hikayeyi de hatırlıyorum. Atina’nın “Eleftherotypia” gazetesi ve dergisi “E” ile birlikte işgal altındaki bölgelere dört günlük bir ziyaret gerçekleştirmiştik. O zamanki haberlerimden, son gün bize eşlik eden o zamanki “Yunan işleri uzmanı” rahmetli Sebahettin ile yaptığım sohbeti buraya aktarıyorum. Bu konuşmanın, o zamanlar, yani 2000 yılında, işgalin üzerinden sadece 26 yıl (!) geçtiği göz önüne alınırsa önemli olduğuna inanıyorum. “…Sebahettin ile yoğun bir şekilde konuşmaya devam ediyoruz. Ona bu dört gün boyunca edindiğim bilgileri aktarıyorum. Kıbrıslı Türklerin çoğunluğunun onun ifade ettiğinden ve rejiminin temsil ettiğinden farklı bir görüşe sahip olduğunu. Bizimle yeniden yaşamak istemeyenler dahi 1963 öncesinde, şimdikinden daha iyi durumda olduklarını kabul ediyorlar. Ona, tanıştığım Kıbrıslı Türklerin çoğunun, özellikle de gençlerin, Türkiye’nin ‘şemsiyesi’ altında kendilerini rahat hissetmediklerini ve onun vilayeti olmak istemediklerini söyledim. Yaşadıkları ikilemin büyüklüğünden bahsettim: bir yanda enselerinde soluyan Türkiye, diğer yanda potansiyel yok oluşları ya da Kıbrıslı Rumlar tarafından satın alınma riski. Ayrıca ona, çoğu Türkiye’den getirilen ‘karasakal’larla anlaşamadığını da söyledim. Boğucu bir kıskaç, kendilerini ifade etme özgürlüğünden yoksunluk, izolasyon hissediyorlar. Bunu ifade edemiyorlar. İşgal altındaki topraklarda Kıbrıslı Türklerle konuşurken, ‘Dostum isim yazma, burada kellemizi alırlar’ cümlesini defalarca duydum…”
“İşgalin üzerinden geçen 26 yıl”, 51 yıl oldu! Türkiye’de ve dolayısıyla işgal altındaki topraklarda 40,000 askerin, her şeye gücü yeten “Türk elçiliğinin” ve Kıbrıslı Rumların mallarını sömürdükleri ya da iktidarı ele geçirdikleri için kraldan çok kralcı olan ‘müesses’ Kıbrıslı Türklerin hüküm sürdüğü koşulları çok iyi biliyoruz. Paket halinde ‘rejim düşmanı’ olarak yaftalanmak ve filmin mutlu sonu olmadan kendi ‘Geceyarısı Ekspresi’ni yaşamak çok kolay.
Bu nedenle, zaman zaman boğulduğunu, ilmeğin sıkılaştığını hisseden bazılarının hala tepki göstermesi, bazılarının daha cesurca, bazılarının ise ürkekçe ve çok temkinli bir şekilde direnişi dile getirmeye cesaret etmesi beni hayrete düşürüyor. Mantıken, çoktan bastırılmış olmaları gerekirdi. Fakat yine de varlar. Düzenli aralıklarla fırsat bulup ortaya çıkıyorlar ve konuşuyorlar. 2020’de, 2022’de olduğu gibi, şimdi olduğu gibi, Erdoğan’ın Şener Levent’in Afrika gazetesine karşı kışkırttığı saldırılardan sonra olduğu gibi. Beş bin kişi sokaklara döküldüğünde. Şimdi olduğu gibi, Türkiye’nin üzerlerine örttüğü ağır örtünün kaldırılması için haykırdıklarında…
Geçmişte yapılan hataları düşünüyorum. Öngörümüz, hem liderlik hem de halk olarak, Türkiye’nin değirmenine bol su taşımamıza yol açtığında. Tarihin kullanışlı aptalları. Makarios hükümetindeki şahinler bir Kıbrıs Türk köyüne giden yolu inşa etmeyi, ya da Girne’deki Pileri ve Gambilli’ye bir musluk yerleştirmeyi israf olarak gördüklerinde.
Uzun yıllardır sürdürdüğümüz duruşumuzu da düşünüyorum. Koltuklarımızın rahatlığında onların her tepkisini nasıl görmezden geldiğimizi, 60 yıllık ayrılıktan sonra onların ses ve hedeflerini baltalamak için nasıl basit argümanlara başvurduğumuzu, bu arada kendi söylediklerimiz ve yaptıklarımızı nasıl gözden kaçırdığımızı, bunların onlara nasıl duyulduğunu. Onlardan Kıbrıslı Rumlar gibi düşünmelerini ve… kendilerini kollarımıza bırakmalarını isterken, onları—sıradan Kıbrıslı Türkleri kastediyorum, politikacıları değil—asla bizimle bir tuttuğumuzu hissettirmedik, onları Türkiye gibi düşmanımız olarak görmediğimizi hissettirmedik, gelip bizim sesimize ses olmaları için onları güçlendirmedik, endişelerini aşmaları, Türkiye’ye karşı müttefikimiz olmaları için onları asla cesaretlendirmedik veya ikna etmedik.
O zamanlar, 2000 yılında, ellerinde Kıbrıs Cumhuriyeti bayraklarıyla büyük gösteriler yaptıklarında bile…
Bu köşe yazısı ilk defa 13.04.2025 tarihinde yayımlanmıştır.
Kaynak: DİĞER TARAFTAKİLER