ENGLISH (İNGİLİZCE) ΕΛΛΗΝΙΚΑ (YUNANCA)
Geçtiğimiz hafta Brüksel’de yapılan Gymnich zirvesinin (AB Dışişleri Bakanları Gayriresmi Toplantısı) yankıları sürüyor.
Yankıları derken, toplantının beklenenden daha olumlu geçmesi, sonrasında verilen mesajlar, hem Türkiye-AB ilişkilerinde hem de Kıbrıs sorunu meselesinde iyimserlik yaratmış durumda.
Gerçi Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Ankara dönüşünde yaptığı “Türkiye-AB ilişkileri, Kıbrıs sorunundan ayrı değerlendirmelidir” ifadesi kimilerinin canını sıktı ama hem teoride hem de pratikte bunun mümkün olamayacağı zaten bilinen bir gerçek.
Ha yani bunun ihtimali olsa ben eminim en başta Yunanistan bu isteğe destek verecek. Çünkü bizim hamaset takımının hayalinin ötesindeki gerçek, Yunanistan’ın Kıbrıs sorununun “k”sini bile duymak istemediğidir.
Zaten Gymnich zirvesine damga vuran iki açıklama da Yunanistan Dışişleri Bakanı Gerapetritis’ten gelmiştir.
Yunanlı bakan toplantı öncesi Yunanistan’ın Brüksel Daimi Temsilciliğinde konuk ettiği Türk mevkidaşına “Kıbrıs müzakereleri başlamak zorundadır” diye tavsiye vermiş, ardından da toplantı sonrasında yaptığı açıklamada ülkesinin AB yolunda Türkiye’ye destek verdiğini belirtmiştir.
İki ülkenin son dönemde, -özellikle de Başkan Erdoğan’ın yaptığı tarihi Atina ziyareti ve yine imzalanan tarihi Atina Deklarasyonu sonrasında- sıcak ilişkiler kurduğu hemen herkesin malumudur.
Ve bu güzel ve verimli ilişkiyi bozacak olan hususların başında Kıbrıs sorununun geldiği de yine malumunuzdur.
Son birkaç gündür milliyetçi hezeyanlara sebep olan ‘Famagusta’ dizisi tam da buna emare olacak nitelikte bir meseledir.
Yok, o konuya girecek değilim çünkü Kıbrıs tarihinin zaten bir ‘dezenformasyonlar tarihi’ olduğunu bilebilecek kadar mürekkep yalamışlığım olduğunu düşünüyorum. Fakat bazı şeyleri tamamen reddeden, hiç olmamış, yaşanmamış gibi davranılmasına da dayanamıyorum. Bu konuda sosyal medya üzerinden paylaştığım bir ileti ve altında yaşanan tartışmalar, çözümsüzlük neferlerinin neler planladığına dair emarelerdir. Fakat konu ben değilim.
Ama mesela Ersin Tatar’ın yaklaşan seçimler dolayısıyla iyice artan Türkiye medyasına konuşma istenci ve “bu dizi Rum-Yunan oyunudur” demesi, yukarıda yazdığım ‘ilişki bozma’ potansiyeline bir başka örnektir desem yanlış olmaz.
Fakat bu konuları bırakalım diyorum çünkü Kıbrıs sorunu 2017 Crans Montana zirvesinden beri en hareketli günlerini yaşıyor.
Gymnich’te konuşulanların genel temasının da bu sorunun artık sürdürülebilir olma noktasından çıktığına işarettir.
Nitekim içinde bulunduğumuz Eylül ayı içinde yapılacak yıllık BM toplantıları ve sonrasında ortaya çıkabilecek yol haritası hayati niteliktedir.
Geçtiğimiz hafta son derece çarpıcı bir makale kaleme alan ve Ankara’ya yakın bir isim olan gazeteci Yusuf Kanlı, tam da böyle bir yol haritasından bahsetmektedir.
Kanlı’ya göre, Genel Sekreter Antonio Guterres çözüm konusunda bir kez daha inisiyatif alma eğilimindedir. Bir kez daha diyorum çünkü göreve başladığının ilk günlerinde kucağında bulduğu Kıbrıs sorunu konusunda gerekli inisiyatifi çekinmeden almış ancak bu inisiyatif Alp dağlarının oldukça lüks sayılabilecek tatil beldesinin eteklerinde sekteye uğramış ama bitmemişti.
Şimdilerde ise Genel Sekreterin tabiri caizse “yoğurdu üfleyerek” yemek istediği ve ‘heyecan’ yapmadan, ince eleyip sık dokuduğu aşikardır.
Ancak burada çok kritik bir nokta daha vardır. O da Genel Sekreterin ‘halefi’ olarak görülen, hatta çeşitli diplomatik kaynaklar tarafından BM’nin ilk kadın Genel Sekreteri olması beklenen Maria Holguin’in süreç içindeki durumudur.
Durumu diyorum çünkü birtakım çevreler, çözüm karşıtları, statükonun aynen devam etmesi isteyenler ve iki tarafın hamaset kaptanları, Holguin’in 2024’ün ilk 6 ayında devam eden görev süresinin ‘başarısız’ olduğu, o işin bittiği konusunda kesin konuşmaktadırlar.
İyi de Holguin eğer denildiği gibi eli boş döndüyse, biz neden hala daha sürecin başlamasını konuşuyoruz?
Daha da önemlisi, Holguin’in Guterres’e sunduğu ilgili rapor neden sır gibi saklanıyor?
O raporda neler yazıyor? Holguin’in çerçevesini çizdiği ve bir şekilde herkesin işine gelecek olan yol haritası konusunda neden kimse açık konuşmuyor?
Yusuf Kanlı abimiz geçen hafta yazdığı makalesinde, Kıbrıs sorununun sadece bir ‘toplumlararası’ mesele değil, 90 milyona yaklaşan nüfusuyla Doğu Akdeniz’in en jeo-stratejik aktörü olan Türkiye’nin de dahil olduğu bir uluslararası meseledir. Kuşku yok ki uluslararası platformlarda çözülecektir.
Yani Kıbrıs sorununu ve onun çözümünü bırakınız sadece Türkiye-AB ilişkileri için belirleyicidir, Doğu Akdeniz ve ötesinde Orta Doğu denklemi için de belirleyicidir. O makalede bunun da çerçevesi ortaya konmuştur.
İhtiyaç duyulan şey bir yol haritasıdır ve Holguin belli ki bu haritayı genel hatlarıyla ortaya koymuştur.
O yüzden de Kıbrıs sorununun çözüm müzakereleri bu kez denenmemiş şekillerde, mesela içinde hakemli, takvimli ve en son kime ne olacak şekilde çizilmektedir. Yani sonuç odaklı bir yol. Haybeye iş yok!
Yani Rum basının ortaya attığı, benim de son makalemde yazdığım şekliyle ‘ayak sürüyen’ cezalandırılacak!
Süreç daha önce defalarca yazdığım şekliyle, 6 maddeden oluşan Guterres kriterleri özünde, bir desentralize federasyonu öngören çözümden bahsetmektedir. Yusuf Kanlı da makalesinde bu modelden ve konfederal modelden bahsetmektedir. Bence konfederal kelimesi kullanıma kapalıdır çünkü o model iki tanınmış yapı arasında olabilir. Desentralize modelse bir federal çözüm türüdür ancak teorik değilse bile pratik olarak konfederal bir yapıyla da benzeşmektedir.
Ki bu modeli sanırım en çok dile getiren, hatta bunun da ötesinde, bir ‘federation by evolution’ yani evrimsel bir federasyondan çokça bahsettim.
Nedir bu? Basitçe şu: Desentralize modelle en az ortak yetki kullanımlı (ve en işlevsel) bir ortak devlet kuralım, herkes kendi kurucu ya da parça devletinde ‘beledi’ hizmetlerini aynen sürdürsün (Sağlık, Bayındırlık, Eğitim vs), eğer ortak devlet başarılı olur ve ilerideki nesiller daha fazla yetki paylaşmak isterse, paylaşsın.
Evrim, insanlık tarihine ışık tuttuğu gibi onun tarafından enstrüman olarak kullanılan siyasete de ışık tutabilir. Ütopik mi geldi? Tomas Moore değilim, haşa, ama bazı şeylerin kesinliğini, rasyonelliğini ve hele de zaruriyetini görünce bunları iddia etmekten geri duracak değilim.
O yüzden de sadece Kıbrıs sorununun çözümüyle ulaşılacak formüle değil, çözüm sürecine de evrimsel bir bakışla yaklaşmak zorundayız.
Bu bağlamda geçen sene bir makalemde yazmıştım ve demiştim ki “özel temsilci ya da kişisel temsilci atanması bir başlangıç anlamına gelir.”
Bu oldu, temsilci atandı ve şimdiki aşamamız ise üçlü bir görüşme yapılması noktasıdır.
Öte yandan Türk tarafı son 2-3 ay içinde en az 2 teklifi reddetmiştir. Çünkü yapılacak bir üçlü görüşme bir şeyin başlangıcı anlamında alınacaktır. Retoriğin tekrardan değiştirilmesi öyle pat diye olacak bir şey değildir sonuçta, o yüzden siga siga gideceğiz.
Peki, Eylül’de ne olacak?
Olacak olan şu: Guterres, BM toplantıları çerçevesinde taraflarla tek tek görüşecek. Yol haritasını şekillendirecek, ardından da önce üçlü görüşme çağrısında bulunacak.
Benim aldığım bilgi bu üçlü görüşmenin New York toplantılarının sonrasında olacağı yönünde ki bence oldukça mantıklı.
Yani tüm dünyanın sorunlarının tartışıldığı, binlerce konunun gündemde olduğu bir ajanda yerine, nispeten çok daha sakin bir dönem elbette konuya yoğunlaşma anlamına gelmektedir.
Eğer bu üçlü görüşme çağrısı yapılırsa bence süreç kendiliğinden başlar ve ardından da -eğer niyet varsa ya da yapılan pazarlıklar sonuç verirse- yeni bir müzakere sürecine gireriz.
Bu noktada KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı 2025 Ekim ayına kadarki süre de çok kritik olabilir, süreç bir nevi referanduma da dönebilir.
Ama şu an buna girmemize gerek yok, ne olacağını her birlikte yaşayacağız.
Yani önce ikili, sonra üçlü, en son da grup…
Bu da işin esprisi olsun…