| SOSYAL KONULAR |YENİDÜZEN

EMEK, YOKSULLUK VE ADALETSİZLİK ARASINDA SIKIŞAN KIBRIS TÜRK TOPLUMU 

ENGLISH (İNGİLİZCE) ΕΛΛΗΝΙΚΑ (YUNANCA)

1 Mayıs, dünyada emeğin ve emekçinin mücadelesini selamladığımız, onurlarını ve haklarını hatırladığımız bir gün. Ancak, bu günü kutlamaktan çok, Kıbrıs’ın kuzeyinde her geçen gün artan adaletsizlikleri, derinleşen yoksulluğu ve emeğin değersizleşmesini konuşmak zorundayız.

Çünkü burada, emekçi olmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Yoksulluk artıyor, hukuk devleti ilkeleri aşınıyor ve demokrasi yerini keyfi yönetime bırakıyor. Tüm bunlar, yalnızca soyut bir siyasi tartışma değil; yaşamlarımızı, çalışma koşullarımızı, haklarımızı doğrudan etkileyen, her an karşımıza çıkan gerçeklerdir.


Yoksulluk: Sadece Ekonomik Bir Sorun Değil

Kıbrıs’ın kuzeyinde son yıllarda yaşanan yoksulluk, sadece döviz kurlarındaki dalgalanma veya ekonomik krizlerle açıklanamaz. Yoksulluk, demokrasi eksikliği, hukuk devleti ilkesinin ihlali, kural dışılığın kural haline gelmesi ve adaletin yok sayılmasının doğrudan bir sonucudur.

Bir toplumda adalet ve eşitlik yoksa, yoksulluk sadece ekonomik bir kayıptan ibaret olmaz. O, aynı zamanda o toplumun hak ve özgürlüklerini savunacak bir mekanizmanın yokluğunun, devletin sorumluluklarından kaçmasının, insan onurunun hiçe sayılmasının bir yansımasıdır. Hukuk devleti ilkesinden sapıldıkça, kaynakların adil dağıtımı mümkün olmaz. Hal böyle olunca yolsuzluk temel kaide olur.

Son günlerde Binboğa Yem Fabrikası’nda üretimin durmasına varan boyutta yaşananlara, ortaya çıkan raporlara bakıldığında, durumun ne denli vahim olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Keyfi yönetim anlayışı, kamu kaynaklarının şeffaf olmayan biçimde dağıtılmasına, sosyal adaletin çökmesine ve yoksulluğun derinleşmesine yol açar. Tabi ki bu sadece tek bir yer ile sınırlı değildir. Hemen hemen her alana sızan kuralsızlık ve peşkeşe dayalı icraatlar, ilk sırada emekçilerin haklarını tarumar eder niteliktedir.

Diğer yandan, Nisan başı itibarıyla dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 28.324 TL, asgari ücret ise hâlâ 37.818’dir. Bu durum, emeğin değerinin giderek daha da aşağı çekildiğini, emekçilerin yaşamak için bile mücadele etmek zorunda kaldıklarını net bir şekilde göstermektedir. Asgari ücret, sadece geçim sağlamak için değil, aynı zamanda insanca yaşamak için de yetersizdir. Bu, yoksulluğun sistemli bir biçimde derinleşmesinin ve emeğin kurumsallaşan bir şekilde sömürülmesinin somut bir örneğidir. İşçiler ve emekçiler, anayasayla güvence altına alınmış en temel haklara dahi kamusal alanda erişemeyecek bir noktaya sürüklenmiştir.

Hayat pahalılığını azaltacak herhangi bir politika üretilmeden yalnızca asgari ücretin artırılması, şov niteliğinden öteye geçemez. Nitekim son yıllarda bu gerçekle sürekli karşı karşıya kalıyoruz.


Uluslararası Hukuktan Uzaklaşmanın Bedeli: Korunmasız Emek

Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü ve uluslararası hukuktan kopuş, sadece diplomatik anlamda değil, iş güvencesi, insan hakları ve emek hakları açısından da ağır bir bedel ödetmektedir. Evrensel insan hakları belgeleri, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartları ve bölgesel iş güvencesi mekanizmalarının devre dışı bırakılması, kayıt dışı çalışmanın yaygınlaşmasına, sendikal hakların yok olmasına, iş güvenliği ve güvencesizliğinin artmasına yol açmıştır.

Bugün, özel sektörde sendikalı işçi oranı %5’in altına düşmüş durumda. Çoğu sektörde toplu iş sözleşmeleri ya hiç yapılmıyor ya da uygulamaya konulmuyor. Kayıt dışı çalıştırılan işçilerin durumu ise adeta bir insanlık ayıbıdır. Göçmen işçiler, sosyal güvence olmadan, sefalet ücretleriyle çalıştırılmakta; insan ticaretine maruz bırakılmakta ve haklarını aramaya kalktıklarında ise sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Uluslararası hukuktan uzaklaşmak, yalnızca Kıbrıs’ın dış ilişkilerinde değil, emekçilere karşı yapılan bu ciddi ihlallerde de kendini gösteriyor.

Bu tablo, sadece yoksulluğun artmasına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda halkın demokratik hak ve özgürlüklerine de ciddi bir tehdit oluşturuyor. Eğer emek ve haklar korunmazsa, toplumda sosyal adalet ve eşitlikten bahsetmek de mümkün olmaz.


İş ‘Kazaları’: Önlenebilir Cinayetler

İş ‘kazaları’ geçmiş yıllara göre ciddi bir boyuta ulaştı. Genellikle ölümle neticelendiğinde gündeme geliyor olsa da, yaralanmalara dair pek bilgi sahibi değiliz. Uzmanlar, kayıt dışı çalışan işçiler hesaba katıldığında bu sayının çok daha yüksek olduğunu belirtiyor. Her iş kazası, bir “kaza” değil, önlenebilir bir cinayettir. Çalışma ortamlarındaki güvenlik önlemlerinin yetersizliği, denetim eksiklikleri ve iş sağlığına yapılmayan yatırımlar, bu ölümleri ve yaralanmaları kaçınılmaz hale getirmektedir.

İş kazaları, alınmayan önlemlerin, eksik denetimlerin, dil bariyerine takılan eğitimlerin  ve kâğıt üzerinde kalan güvenlik tedbirlerinin doğrudan sonucudur. Bu nedenle, yaşanan her ölümün ardında bir sorumsuzluk ve ihmalkârlık yatmaktadır. Bunları “kaza” olarak adlandırmak, sorumluluktan kaçmaktan başka bir şey değildir.

Emeğin korunmadığı, işçilerin haklarının yok sayıldığı bir toplumda, emekçilerin yaşam hakkının korunması da mümkün olamaz.


Emeği Savunmak

1 Mayıs, sadece taleplerimizin öne çıkartılması için değil, aynı zamanda emeğin ve emekçilerin haklarının savunulması için bir mücadele günüdür. Bugün yaşadığımız bu yoksullaşma, kayıt dışı çalışma, iş ‘kazaları’ ve sendikasızlaştırma, temel haklarımızın ihlali ve toplumda adaletin yok olmasının bir sonucudur.

İnsanca bir yaşam, güvenli iş koşulları, adil ücret ve sosyal koruma bir ayrıcalık değil, en temel haktır. Bu haklar, ancak hep birlikte mücadele ederek, haklarımızı savunarak ve birbirimize sahip çıkarak korunabilir. O yüzden Kıbrıs adasında, toplumların birlikte kutladığı ilk 1 Mayıs’tan bugüne kadar geçen 100 yılın ardından geldiğimiz durumu, tüm boyutları ile değerlendirip, emek mücadelesini, tüm farklılıklara rağmen toplumun tamamını içine alacak şekilde yeniden alevlendirmek çok önemlidir. ‘Emeğin Kıbrıs’ını inşa etmek bizim elimizdedir.

Bu köşe yazısı ilk defa 29.04.2025 tarihinde yayımlanmıştır.

Kaynak: EMEK, YOKSULLUK VE ADALETSİZLİK ARASINDA SIKIŞAN KIBRIS TÜRK TOPLUMU 

image_printPrint
Share:
ASLI MURAT | YENİDÜZEN
Eylül ayının 25'inci günü, 1985 yılında dünya ile buluştum. Sonbaharda doğduğumdan mıdır bilmem, hüzünlü bir yapıya sahibim. Hüzünlü ama üzgün değil. İnsan üzgün olmamalı. Aksi takdirde yaşama olan inancını kaybediyor. Eşitliği ve adaleti önemseyen sol görüşlü bir aile ortamında büyüdüm. Mücadeleci ve feminist duruşumun temelleri o zamanlarda atıldı. Sonrasında İstanbul Üniversitesi'nde Hukuk eğitimi aldım, 2008 yılında avukat oldum. Tabi ki ruhum bunaldı, içim içime sığmadı ve İstanbul Bilgi'de İnsan Hakları Hukuku master programında eğitime devam ettim. Ardından yine kafese dönüş. 2011'den beri barışı hayal ederek; avukatlık yapıyor, sivil toplumda araştırmalar yürütüyor, siyasetle haşır neşir oluyor ve yazıyorum.

BUNLAR DA İLGİNİZİ SEÇEBİLİR