ENGLISH (İNGİLİZCE) ΕΛΛΗΝΙΚΑ (YUNANCA)
“Pasaportumu uzattım, çocuklar babalarıyla yürümüşlerdi, aklımda hiçbir soru işareti yoktu.”
Aysu hep çok soğukkanlıdır; kanserle mücadele ettiği dönemde röportaj yapmış, o en zor günlerde kendine güveni ve sakinliğine hayran kalmıştım.
“Kadın polis pasaportuma baktı, duraksadı, maskemi çıkartmamı istedi ve beni karakola davet etti.”
“Neden” diye sormuş Aysu!
“Karakolda ne işim var?”
O sırada eşi – ki avukattır – geriye dönmüş, yanına gelmiş, bir başka polis araya girmiş, iki çocuğu ağlamaya başlamış ve iki çocuk, ana baba, hep birlikte havaalanında karakola yürümüşler.
“Ülkeye giriş izniniz yok” demişler.
N82 kodu o an girdi hayatına, gazeteci dostumuz sevgili Aysu Basri Akter’in…
“Girişi ön izin / vize zorunluluğuna bağlı yabancı kişileri” anlatıyor bu kod.
“Bir polis geldi, telefonumu istedi, özel bir cihazla kopyaladı ve telefonumu geri verdi, bu işlem on saniye bile sürmedi.”
***
“Antalya konsolosunu arasaydınız” dedim, aramışlar. “Bizim de bilgimiz yok, bize de söylemiyorlar, birkaç hafta önce bir kadını daha içeri almadılar” demiş.
TC Lefkoşa Büyükelçisi’ni de aramış Kıbrıs’tan, eski bir BRT Müdürü sonuçta… O da şaşırmış gibi konuşmuş. O kadar…
“Herhangi bir örgüte üye misiniz, üniversiteyi nerede okudunuz, Türkiye yurttaşlığınız var mı” gibi sorular yöneltmişler…
“TC vatandaşlığım da olsaydı eğer o durumda girebilirdim, çıkamazdım, belki de tutuklanırdım.”
***
“İlk uçakla geri göndereceğiz” demişler ama “ne zaman” sorusu havada kalmış.
İlk başta “biz de bekleyeceğiz” demiş eşi… O sırada kimi vekiller aranmış, kimi hukukçular, hiçbir sonuç yok tabii… Çocukları, aileyi “tatile” göndermiş böylece Aysu… İki küçük çocukla, o ortamda beklemek çok daha zor ve yıkıcı çünkü… Üstelik tatile gitmek için çocuklu bir başka aileyle birlikte yola çıkmışlar.
“Yalnız kaldım. Öğlene doğruydu ve aslında, o andan itibaren adaya beş, altı uçuş vardı, isteselerdi, birkaç saat sonra bir uçakla beni geri gönderirlerdi. 19 saat bekledim…”
“Yemek ve su vereceğiz” demişler öğlen saat iki gibi… Yediye doğru yemek gelmiş, akşam….
“Ne zaman geri döneceğim” diye sormuş Aysu yeniden ve polisler, yeniden “Biz de bilmiyoruz” demişler. İyi davranmışlar, sık sık hal, hatır sormuşlar, su vermişler en azından… Tuvaleti olan bir koğuşta, bir ranzada uzanmış, iğrenerek…
***
“Sizin hakkınızda Mart’ta bu karar alındı” demiş görevlilerden biri…
O dönemin bir özelliği var mı?
“En zor günlerimdi, tek bir sosyal medya paylaşımım dahi yoktu, çünkü hem annem hem babam yoğun bakımdaydı…”
Birkaç ay sonrasında babasını yitirmişti zaten… Bu tatil belki yaralarını iyileştirmek için (yanlış) bir tercihti.
Sabah üç gibi polisler gelmiş, “sizi birinci terminale götüreceğiz” demişler.
“Sabah altıya on kala geldiler, aldılar. Uyumadım hiç…”
En arka koltuğa oturtmuş bir görevli…
Uçakta kimse yok henüz…
“Gidiyorsun, şanslısın, günlerce kalanlar var” demiş.
***
Ercan’a indiklerinde, yine bir görevli gelmiş, yüksek sesle aranmış:
“İnadı alacağız, nerede…”
İnadmissible person!
“Kabul edilemez kişi.”
Doğrudan polisin yanına götürmüş görevli… Tanımış polis subayı, şaşırmış, “İstenmeyen kişi siz misiniz Aysu hanım?”
Kimliğini almış, fotokopi çekmiş polis ve uğurlamış.
***
“Şimdi ne düşünüyorsun” dedi Aysu, tüm bunları konuştuktan sonra…
Yüzüne baktım…
Yutkundum…
Bas bas bağırmak istedim, “Biz sizin rehineniz miyiz be” diye…
Bu hazin yazının finalini mırıldandım…
Adada çok rastlarız, bilirsiniz, hani asfaltın, betonun, taşın içinden büyüyen yabani otlar vardır.
Kökümüz bu topraklarda sonuçta!
İnadı arıyorlarsa…
İnadımız inat…
Vazgeçmeyiz…
Kaynak: İNADI ALMAYA GELDİK!